Bu Blogda Ara

26 Mayıs 2019 Pazar

Ağır Metallerin Tehlikeleri


Bundan bir kaç yıl öncesinde yalnızca “meslek hastalığı” olarak bilinen ağır metal zehirlenmeleri ve bununla ilgili hastalıklar, günümüzde meslek hastalığı olmaktan çıkıp daha geniş kitleler için risk oluşturmaya başladı.
Ağır metaller grubunda Kurşun (Pb), Kadmiyum (Cd), Krom (Cr), Nikel (Ni), Bakır(Cu), Kobalt (Co), Çinko (Zn), Civa (Hg) ve Arsenik (As) elementleri yer alır. Ağır metaller havaya karıştıktan sonra toprağa ve buradan bitkilere ve besin zinciri yoluyla da hayvanlara ve insanlara ulaşırlar. Aynı zamanda hayvan ve insanlar tarafından havadan soluma yoluyla da vücuda alınırlar. Sanayi atıkları veya asit yağmurlarının toprağa ve sulara karışması sonucunda tüm dünyaya yayılırlar. Özellikle su yolu ile taşınma, çözünen ağır metallerin ırmak, göl ve yeraltı sularına ulaşmasını sağlayarak, çok daha tehlikeli bir hale gelmelerine sebep olur. Neredeyse kullandığımız her üründe ağır metalleri vücudumuza taşımaktayız. Oyuncaklar, konserve gıdalar, sigara dumanı, bazı sebze ve meyveler, bazı süt ve süt ürünleri, seramik ürünlerin tamamı, diş malzemeleri, vb. daha birçok üründe ne yazık ki ağır metaller bulunuyor.
Bu metaller, vücutta doğru miktarda bulunması ve uygun şekilde uzaklaştırılması halinde bizler için herhangi bir tehlike oluşturmazlar.  Fakat gereğinden fazla alındıkları durumlarda, sinir ve beyin hücrelerinin tamamında zehir etkisi gösterirler. Çünkü bu metaller protein ve enzimlerle, doğrudan ve kuvvetlice bağ yapabilme yeteneğine sahiptirler. Bu özellikler sebebiyle, “biyobiriken madde” olarak anılırlar. Biyobirikim, canlının vücudunda bir kimyasalın konsantrasyonunun, doğadaki konsantrasyonundan daha yüksek olması durumudur. Bu durum insan sağlığına ciddi zararlar vermektedir. Örneğin, yüksek miktarda nikel içeren aksesuarların kullanımında ‘nikel alerjisi’ hastalığı ortaya çıkmaktadır. Yani burada önemli olan, ağır metaller ile ne kadar süre aynı ortamda kaldığımız ve vücudumuzda ne kadar depolandığıdır.
Endokrin Sisteme Zarar Veriyorlar
Günümüzde birçok sağlık sorunu çevresel faktörler ve değişen besin zinciri ögeleri sebebiyle oluşuyor. Vücudumuzun gereğinden fazla aldığında, depoladığı ve vücut dışına atamadığı bu tehlikeli maddelere “Endokrin Bozucu Maddeler” deniliyor. Ağır metaller de bu maddeler arasında yer alıyor. Böcek ilaçlarından duvar boyalarına, şampuanlardan mobilya yüzeyi koruyucularına kadar tüm ürünlerin içinde bu ağır metaller bulunduğundan, endokrin sisteme zarar verecek ürün yelpazesi oldukça genişliyor.

Endokrin bozucu ağır metaller, vücudun yağ dokularında birikiyor. Vücudumuzda varlığını hissettirmeden biriken en önemli metaller kurşun ve cıvadır. Çoğunlukla ne kadar zarar verdikleri, hangi miktarda depolandıkları bilinmez. Yağ dokusunda birikiyor olmaları, vücuttaki diğer dokulara zarar vermediği anlamına gelmemektedir. Bu metallerin başlıca toksit etkileri, karaciğer, böbrek, pankreas, akciğerler ve deri gibi organların dokularında görülmektedir.
Protein ağırlıklı beslenme yöntemi, ağır metallerin vücuda alınmasını kolaylaştırarak endokrin sisteme zarar vermektedir. Son zamanlarda yapılan araştırmalara göre, bu tür beslenme diyetleri sonucu yaşamını yitiren insan sayısı artmaktadır. Yine aynı şekilde, glütensiz beslenme, aşırı yeşillik tüketimi gibi diyet programları da ağır metal zehirlenmelerine sebep oluyor. Medya da gördüğümüz hızlı kilo kaybı sonucu yitirilen yaşamlar ile ilgili haberlerin çoğunda yatan sebebin, yağ dokularında biriken ağır metallerin kimyasal reaksiyonlar sonucu parçalanarak kana geçmesi ve toksin görevi görüp kişiyi zehirlemesidir.
Sonuç olarak, ağır metallerin ilk tüketicileri olarak bizler, büyük tehlike altındayız. Besin zincirinin en üst halkasında bulunarak, sürekli artış gösteren bu durumdan en çok etkilenen varlıklarız. Ne yazık ki endokrin bozucu maddeleri vücudumuza almaktan kaçınmamız günümüz dünyasında mümkün olmasa da bu durum, ipleri tamamen bırakacağımız anlamına da gelmemeli. İçtiğimiz sulara, yediğimiz yiyeceklere dikkat ederek maruz kaldığımız dozu azaltmaya çalışabiliriz. En önemlisi organik beslenmeye dikkat etmeli ve temiz havayla daha sık buluşmaya özen göstermeliyiz.
Kaynaklar:

HEMATEN


Hematit, dünya üzerinde şimdiye kadar oluşan en eski demir oksit minerali olup, kayalar ve topraklarda yaygındır. Fe2O3 formundaki demir mineralidir. Kan taşı olarak da bilinen hematitin en yaygın renkleri kırmızı ve kahverengidir. Ayrıca siyahtan griye, sarıdan kahverengine kadar içerdiği diğer kayaçlardan ötürü farklı renkler de bulunur. Pigment olarak da kullanılan hematit, çelik üretiminde kullanılan temel mineraldir. Uluslararası bilim insanlardan oluşan bir ekip, hemateni sıradan demir cevherinden başarıyla çıkardı.
Sadece üç atom kalınlığındaki hematen, gelişmiş fotokatalitik özelliklere sahip olarak kabul edilir. Douglas Soares Galvåo, bazı diğer potansiyel uygulamaları öne sürerek yaptığı açıklamada “Sentezlediğimiz materyal, suyu hidrojen ve oksijene bölmek için bir fotokatalist olarak hareket edebilir, böylece elektrik hidrojen gibi üretilebilir” diyor.
Hematen, adından da anlaşılacağı gibi, dünyadaki en yaygın minerallerden biri olan ve büyük bir demir kaynağı olan hematit’ten çıkarılır. Orijinal 3D formunda hematit güneş ışığını emer, ancak kısa ömürlü bir yük üretir. Fakat üç demir ve oksijen atomunun kalınlığına kadar küçüldüğünde, hematen daha verimli hale geliyor.
Performansı artırmak için, takım daha görünür ışık emilimi için titanyum dioksit nanotüp dizileri ekledi. Galvão’ya göre “Hematen verimli bir fotokatalist olabilir ve aynı zamanda spintronik tabanlı cihazlar için ultra ince bir manyetik malzeme olarak da kullanılabilir. Spintronics (veya magnetoelectronics) bilgi depolamak, görüntülemek ve işlemek için kullanılan yeni bir teknolojidir.
Bilim adamları , iki boyutlu siyah fosfor, galyum, molibden disülfür (beş kat hızlı) ve her biri 3D yapısından daha geniş bir özellik yelpazesine sahip olan krom triiyodür oluşturdular. Hematen de demir bazlı kardeşlere sahip olabilir. Galvão, yeni 2D materyallerin üretilmesine aday olan bir dizi başka demir oksit ve türevleri de olduğunu belirtti. Bu da son dönemde popülerlik kazanan süper malzeme olarak adlandırılan grafenin yanında yeni süper malzemelerin olabileceğini gösteriyor.

Kaynak:
https://tr.wikipedia.org/wiki/Hematit

İLETKEN POLİMERLER

Polimerleri çoğunlukla plastik gibi yalıtkan maddelerin ham maddesi olan makro moleküller olarak biliriz. Fakat 1977 yılında Alan MacDiarmid, Hideki Shirakawa ve Doktor Alan Heeger asetilenin polimerleşmesi için yaptıkları deney sırasında bir hata yaptılar. Fazla katılan katalizör sonucu siyah tozun aksine yırtık bir tabaka ortaya çıktı. Tabakanın yüzeyi metal gibi parlaktı. Poliasetilen adını verdikleri bu maddeyi iyotla oksitlendirdiler. Bu tekniğe doping tekniği dediler. Oluşan maddenin iletkenliğinin on milyon kat arttığını farkettiler. 2000 yılında da kimya alanında Nobel ödülü kazandılar. Böylelikle iletken polimerler hayatımıza girmiş oldu.
İletken polimer çeşitleri başlıca; poliasetilen (PA), polianilin (PANI), polipirol (PPy), politiyofen (PTP), polifuran (PFu), polifenilen (PP), poli(para-fenilen) (PPP), poli(vinil klorür) (PVC), poliinden (PIn) ve poliindol (PInd) olarak sayılabilir.
Poliasetilen (PA) elektrokimyasal yöntemlerle hem anyonik hem de katyonik olarak katkılanabilir. Bu özelliğiyle doldurulabilir pillerde elektrot malzemesi olarak kullanılır. Kurşun asitli aküyle karşılaştırıldığında PA pilinin çok hafif olduğu ve yüksek enerji yoğunluğuna sahip olduğu anlaşılmıştır.
İletken polimerleri diğer polimerlerden ayıran en önemli özellik tek ve çift bağlardan oluşan konjuge zincir yapısına sahip olmalarıdır. Uzun konjuge çift bağlı zincirler sayesinde iletkenlik kazanırlar.

İletken Polimer Sentez Yöntemleri
  1. Kimyasal Polimerizasyon
İletken polimer sentezinde monomer uygun çözücüde çözülür. Katalizör eşliğinde indirgenme aracı kullanılarak polimerleştirilir.
  1. Elektrokimyasal Polimerizasyon
Destek elektrolik çözeltideki monomer yükseltgenir. Dış potansiyel uygulamasıyla reaktif katyon üretilir. Sonrasında iki yöntem vardır.

Birinci; monomerin radikal katyonu, nötral monomerle dimer oluşturmak için birleşebilir.
İkincisi; iki radikal katyonu birleşerek dimer oluşturabilir. Dimer tekrar yükseltgenir. Elektroaktif polimer oluşması sağlanır.

  1. Piroliz
Bilinen ilk yöntemdir. Isıtma ile polimerden heteroatomlar (halojenler, oksijen, azot gibi) ayrılmaktadır. Yapıda meydana gelen değişmeler karbon atomları üzerindeki zincir boyunca devam eder. Böylece taşıyıcı yük hareketliliği artar ve serbest radikalleri oluşturarak yük taşıyıcıların sayısınıda arttırır.
  1. Katalitik Polimerizasyonu
Katalizör olarak, düşük molekül ağırlıklı monomerler, yüksek molekül ağırlıklı bir polimer süresince zincir büyümesi süreci ile oluşturulur. Polimerizasyon katalizörü homojen ya da heterojen bir sistem olabilir.

İletken Polimerlerin Kullanım Alanları
  • Antistatik kaplama malzemeleri
  • Korozyon inhibitörleri, Transistörler, Sensörler.
  • Bilgisayarlar için elektromanyetik koruyucular “Smart Windows” .
  • Işik saçan diyotlar(LED, OLED) .
  • Alan etkili transistörler (FET)
  • Fotovoltaik hücreler, süper kapasitörler
  • Cep telefonları ve mini formattaki elektronik ekranlarda .
  • Elektrokromik cihazlar, iyon seçici elektrotların yapımında kullanım .
  • Radar algılama sistemleri .
  • Çok düşük akımlar üretmeleri ve çok uzun ömürlü olmaları nedeniyle kalp pillerinde elektrot olarak kullanılırlar.

GENETİK BİLİMİ



Klasik bir giriş yapalım hemen. Genetik Bilimi; biyolojinin organizmalardaki kalıtım ve çeşitliliğini inceleyen bilim dalıdır. Günümüzde halen gelişmekte olan genetik bilimi için sonsuz bir evren benzetmesi yapabiliriz. Bu benzetmeden yola çıkacak olursak, günümüzde ki hastalıkların çoğunun aslında bir genetik yatkınlığa bağlı olmasından, yediğimiz yiyecekten tutun da içtiğimiz içeceklerin aromalarına kadar genetik biliminin hayatımızın her yerinde olduğunu açıkça görebiliyoruz. Ancak yapılan çalışmaların ve verilen desteklerin yetersizliği genetik biliminin önünü çok bariz bir şekilde kesmektedir. Genetik bilimi bir kaynaktan öğrenilmesi zor olmasına karşın, fazlası ile düşünce ve sorgulama gerektiren bir daldır. Tabi ki bu yazı klasik derslerde ki genetik kavramını öğretmekten ziyade genetik biliminin hayatımız açısından önemi ve genetik biliminin bize kattıklarını sorgulayarak açıklığa kavuşturacağımız bir yazı olacaktır.
Gerek toplum bazında gerek ise genetik okuyan öğrenci bazında ele aldığımız da karşımıza çok ciddi problemler çıkıyor. Bu problemlerin başında genetiğin tam olarak anlaşılamaması ve anlatılan genetiğin toplum bazında yararı olmayan aksine tamamen zararlı olan bir dal olarak gösterilmesi geliyor. Toplum bazında bir genelleme yapmak bir hata gibi gözükse bile bir defa bile genetik kelimesini duyan kişilerin çok ciddi bir şekilde karşıt görüşleriyle karşı karşıya kalmamdan dolayı bu genellemeyi yapıyorum. Hayatımızın geçmişten geleceğe her alanına nüfus eden, bir çok bilgi ve çözümü içerisinde barındıran genetik biliminin güzel bir şekilde anlaşılması ve anlatılması için sorumluluk genetik okuyan öğrencilere düşüyor. Bu sorumluluk çerçevesinde, anlatılanların çok açıklayıcı bir üslup
kullanılarak ve hayatın içinden örnekler vererek anlatılması gerçekten çok büyük önem arz etmektedir.

Tabi ki genetik deyip geçmemek lazım. Yararları ve zararları ile birlikte iyice düşünüp, sorgulamak lazım. Sonuçta insanoğlunun doğasında vardır, bir işin kendisine yararlarını ve zararlarını düşünmek. İşte tam olarak mesele burada patlak veriyor. Ne acı ki okumuyoruz. Okuyup kendimizi geliştirmek yerine kulaktan doğma bilgilere inanıyoruz. Hepimiz yapıyoruz bazen bu hatayı. Ama bazen yaptığımız bu hataların bize dönüşü pahalıya patlıyor.
Düşünün, yediğiniz bir gofretin aromasının nasıl yapıldığını yada hastalığınız için kullandığınız bir ilacın nasıl geliştirildiğini? Ya da vücudumuzun nasıl bu kadar muhteşem bir şekilde çalışabildiğini? Aslında cevapları çok kolay değil mi? Bilene kolay, bilmeyene ise ıstırap. Amacımız bu sorulara herkesin cevap verebilmesi ve bu sorular üzerinde bir tartışma ortamının oluşması. Bu arada tek sorun bunlar mı? Kesinlikle hayır. Maalesef ki daha neden genetik okuduğunu bilmeyen öğrencilerin olması. Düşünmeye teşvik edilmeyen sorgulamayan öğrencilerin mevcut olması. Bunun üstesinden gelebiliriz. El birliği ile gerek toplumda gerek ise öğrenciler arasında genetik biliminin anlaşılmasını ve tartışılmasını sağlayabiliriz. Sadece biraz elimizi taşın altına sokmamız gerekiyor. Dönelim en başa ne demiştik, hayatımızın içindeki derin mevzu olarak genetik demiştik. Gerçekten de öyle. Bu yazıda en güncel gelişmeleri açıklayabilirdik ya da bir kanser türünün çoğalmasındaki sinyal yolağından tutun da en basit MTT testinin özelliklerine kadar yazabilirdik. Ama problem bunlar değil. Problem aramız da bilgi alışverişinin olmamasında. Saklıyoruz bilgilerimizi, içimizde yaşayıp yok ediyoruz onları. Onları bir adım ileri taşımak yerine oldukları yerde saymalarına sebep oluyoruz. Yine diyorum, tüm bu olumsuzlukları tersine çevirebiliriz. Yeter ki isteyelim. Yeter ki edindiğimiz bilgilerle kalmak yerine onların üzerine daha taze daha güncel bilgiler ekleyelim. Projeler tasarlayıp tartışalım, bir yere oturduğumuz da çevremiz deki insanlara genetiği en iyi bir biçimde anlatalım, genetiğin içinde sorgulayıcı olalım. Böylelikle bilim ile iç içe olmakla kalmaz, bizi biz yapan özelliklerimizin nasıl ortaya çıktığını, nasıl işlediğini, içtiğimiz sudan yediğimiz bulgulara kadar nasıl oluştuğunu bilerek daha bilinçli bir şekilde tüketim ve üretim yapabilme imkanı elde etmiş oluruz.

Hep eleştirdik ama başka çare yoktu bu durumda. Bilim, multidisipliner çalışmalar gerektirir. Ne yazık ki multidisipliner çalışmaların sayısı oldukça az. Bunun sebebi ise yazımda belirttiğim gibi bilgi alışverişinin olmaması, olaylara sorgulayıcı bir bakış açısından bakmamızdan kaynaklanıyor. Genetik bilimi sonsuz bir evren misali  demiştik. Biz çevremize edindiğimiz bilgileri yaydığımız sürece genetik evreninde toz zerresi kadar ilerleme kaydederiz. Ancak insanoğlu yediği yiyeceklerden içtiği içeceklere kadar nasıl oluştuğunu, vücudunda olup biten olayların anlamlarını tam olarak kavradığı zaman bizler genetik biliminde bir yıldıza varacak kadar ilerleme kaydetmiş oluruz.

KARBON İÇERMEYEN AMONYAKTAN HİDROJEN GAZI ÜRETİMİ İÇİN KATALİZÖR




Hidrojen, özellikle yakıt hücresi teknolojisi için uygulanan alternatif bir temiz enerji kaynağı olma potansiyeline sahiptir. Mevcut yakıt kaynakları, karbon içeren fosil yakıtları veya karbon içeren organik molekülleri içerir ve bu da bir sera gazı fazlası olan CO2 üretir. Japonya'daki ulusal girişimler de dâhil olmak üzere birçok girişim, alternatif yakıt kaynakları kullanarak düşük karbonlu bir kullanım toplumu yaratmayı hedeflemektedir. 
Japonya'daki Enerji Dağıtıcıları girişimi, özellikle hidrojeni etkili bir şekilde depolamak ve taşımanın yollarını arayan ulusal bir projedir. Bunu yapmanın bir yolu amonyağı hidrojen kaynağı olarak kullanmaktır. Bununla birlikte, amonyağın parçalanması için etkili bir prosesin bulunmasının zor olduğu kanıtlamıştır, çünkü amonyağın parçalanması için katalitik proses, aşırı pahalı olabilecek sürekli bir ısı ilavesi gerektirir. 
Japonya'daki Oita Üniversitesi'nden Katsutoshi Nagaoka, Takaaki Eboshi, Yuma Takeishi, Ryo Tasaki, Kyoto Honda, Kazuya Imamura ve Katsutoshi Sato, katalitik döngü boyunca harici ısı eklenmeden amonyaktan hidrojen üretmek için yeni bir katalizör yöntemi geliştirdiler. 
Amonyağın hidrojen ve azota ayrılması endotermik bir işlemdir, yani ürün elde etmek için enerjinin eklenmesini gerektirir. Bu, geleneksel katalitik ayrışma reaksiyonlarında, yeterli miktarda hidrojen gazı elde etmek için büyük miktarda ısı ilavesi gerektirdiği anlamına gelir. 
Nagaoka ve arkadaşları Ƴ-Al2O3 katalizör yatağı üzerinde desteklenen bir RuO2 nano partikülünden yapılmış bir katalizör geliştirdi. H2O ve CO2 katalizörünü temizledikten sonra, amonyak ve oksijen, amonyağın katalitik yüzeye adsorbe edildiği reaksiyon kabına ilave edildi ve sıcaklık artışı sağlandı.  Sıcaklıktaki bu artış, ekzotermik bir prosese sahip olan amonyağın oksidatif dekompozisyonunu katalize etti. Bu reaksiyonu ısıtıp amonyağın, hidrojen ve nitrojene endotermik ayrışması için gerekli enerjiyi sağladı. 
Katalizör ön-işlemi, suyun ve karbondioksitin uzaklaştırılması için ısıtma gerektiriyordu, ancak sonraki tekrar ısıtmayı gerektirmedi. Katalizör döngüsü testleri, 300 oC'de helyum ile RuO2 / γ-Al203 katalizörünün ilk ön-işleminden sonra katalizörün üç defa döngülemesine ve hala maksimum verimde hidrojen üretebildiğini gösterdi. 
Ayrıca, bu çalışmalar, Ru'nun RuO2'ye oksidasyonundan hiçbir ısının üretilmemesini sağlamak için oksidatif pasifleştirmeyi içermektedir. Uygulamada, oksidatif pasivasyon gerekli olmayacaktır. Bu nedenle, katalizörü ön işleme tabi tutmak için ısıtma gerekli olsa da, ilave katalizör çevrimi için ısıtma gerekli değildir. 
RuO2 / γ-Al2O3 katalizörünün nasıl çalıştığını anlamak için, Nagaoka ve arkadaşları Bilinen bir amonyak ayrışma katalizörü olan RuO2 / γ-Al203'ün kendiliğinden ısınmasından kaynaklanan maksimum katalitik yatak sıcaklığını karşılaştırdılar. Alüminyum esaslı katalizörün 97 oC maksimum sıcaklığa kadar ısıtıldığını keşfettiler; buna karşılık lantan bazlı katalizör, 53 oC'lik bir maksimum sıcaklığa kadar ısıtıldı. Bu önemlidir, çünkü amonyağın oksidatif olarak yakılması için otomatik ateşleme sıcaklığı 90 oC'dir ve RuO2 / γ-Al2O3 ile daha iyi reaksiyon verimleri elde edilmesinin nedenini açıklar. 
Araştırmacılar, adsorpsiyon sıcaklığındaki bu farkın muhtemelen bir bazik molekül olan amonyak ile bir Lewis asidi olan Al203 arasındaki olumlu etkileşime bağlı olduğuna dikkat çekmektedir. La2O3 ise bir Lewis tabanıdır. 
Ayrıca, araştırmacılar katalizör olarak yalın γ-Al203 ve RuO2 / γ-Al203 arasındaki farka baktılar. Amonyağın %90'ının, katalizör yatağı ve RuO2 nanopartikülüne kıyasla yalın γ-Al203 üzerine adsorbe olduğunu buldular. Bu, amonyağın nanopartikül ve γ-Al2O3 üzerine kemoterapi edildiğini ve daha sonra çok katmanlı fizosorpsiyonu ilerlettiğini ima eder. 
Genel olarak, bu tip katalizör, amonyağın hidrojen ve azot gazı içine endotermik ayrışması için gerekli ısı gereksinimlerini aşmak için yeterli ısının sağlanmasında yararlıdır. Bu çalışma, kendiliğinden ısıtma katalizinin, hidrojeni yakıt kaynağı olarak amonyağı kullanmanın pratik zorluklarına çözüm bulmak için uygulanabilir bir seçenek olduğunu göstermektedir. 

 ÖZET 
 Amonyak, karbon içermeyen bir hidrojen kaynağı olarak önerilmiştir, ancak amonyaktan hızlı başlatma ile hidrojen üretmek için uygun bir yöntem geliştirilmemiştir. İdeal olarak, bu yöntem harici enerji girişi gerektirmez. Amonyak ve O2'yi oda sıcaklığında asidik RuO2 / γ-Al2O3 katalizörüne maruz bırakarak hidrojen üretimini gösteriyoruz. Amonyağın katalizör üzerine adsorpsiyonu eksotermik olduğu için, katalizör yatağı hızla katalitik amonyak kendiliğinden tutuşma sıcaklığına ısıtılır ve daha sonra amonyakın oksidatif bozunması hidrojen üretir. Bir hacimsel gaz adsorpsiyon analizcisi ile kombine edilmiş diferansiyel kalorimetre, hem amonyağın RuO2'ye kimyasal adsorpsiyonu, hem de γ-Al2O3 üzerindeki asidik alanlar ve çoklu amonyak moleküllerinin fizosorpsiyonu ile büyük miktarda ısı elde edilmiştir. 


 Daha fazla:Katsutoshi Nagaoka et al. Carbon-free Hproduction from ammonia triggered at room temperature with an acidic RuO/γ-AlOcatalyst, Science Advances (2017). DOI: 10.1126/sciadv.1602747 

 Yayınlama tarihi: 22.05.2017 
 Referans Dergi: Science Advances